1953’te Moskova, Rusya’da doğdu. Moskova'da yaşıyor ve çalışıyor.
1976 Nisan’ında dostlarımla Kırım’daydım. Karların eriye durduğu gri ve soğuk Moskova’dan güneye, denize, tomurcuklanan badem ağaçlarını izlemeye kaçmak için mutlu bir fırsattı. O günlerin birinde koydaydık. Su girilecek kadar ısınmadığından hepimiz başka bir şey yapıyor ya da hiçbir şey yapmıyorduk. Biri kitap okuyordu. Öbürü çakıllardan hüzünlü kuleler yapıyordu.
Ben gökte süzülen bulutlara bakma işini üstlenmiştim.
Bir süre sonra bulutlar beni sıkmaya başladı. Pek güzellerdi ama bu şekilsiz, sessiz güzellik topaklarına ne kadar zaman sıkılmadan bakabilirsiniz ki, hele ki gençken?
Böylece dalgaların son kabarcıklarını çakılların ve kumun üzerinde patlattığı kıyıya vardım. Ve denizin sürükleyip getirdiği bir dal buldum, gümüşsü ağacın üzeri parlak tuz tanecikleriyle ışıldıyordu.
O anda sanat yapmayı düşündüğümü sanmıyorum. Alman asıllı Rus dostum George Kiesewalter’den Zenith makinesini kapıp beni denizi kırbaçlarken fotoğraflamasını istemeyi nereden çıkardığımı da bilmiyorum.
Daha sonra, sanat tarihçilerimiz ve eleştirmenlerimiz, tatlı can sıkıntısından doğan bu eylemin erken Moskova kavramsalcılığı için pek önemli bir sanat yapıtı olduğu sonucuna varacaklardı. Belki öyledir, belki de değil. Sonuçta bana düşmez. Benim işim bulut izlemek ve daha sonra, benim sanata yakın olarak değerlendirdiğim şeyler üretmek. Üstüne üstlük, Rusya’daki sanat üzerine yazan kimileri, denizi döverken aklımda mutlaka Serhas’ın Çanakkale boğazını meşhur kamçılayışının olduğu kesin sonucuna vardılar. Her ne kadar bu çılgın ritüel güldürüyü okul günlerimden bu yana biliyordumsa da Sudak, Kırım’daki o nisan günlerinin bununla hiç ilgisi yoktu. Ya da en azından ben olmadığını sanıyorum.
Şimdi, onca yıl sonra, Çanakkale boğazında, tam da Serhas’ın bir zamanlar durduğu yerde denizi dövmeyip de ne yapacağım?
Her şeye rağmen, bu canlandırmanın bulutlara, denize, gökyüzüne ve yaşama Akimenedes’ten, Atina’dan ve politikadan daha yakın olduğunu sanıyorum.